Arkasından dağıtılan şerbet bile acı. Onun cenaze namazı bitince benim doğum mevlidim başlayacak.
Yıllar sonra kapıdan içeri girdiğimde beni ilk karşılayan bez bebek. Hani tel, gazoz kapağı ve eski kumaş parçalarından yapılan bebekler var ya, işte benimki onların gelinlik giymiş modeli. Sandığın üzerinde uslu uslu oturuyor, bir gün bile şikâyet etmemiş sanki onca yılın ıssızlığından. Odada her şey sanki eskiliklerini saklamak istercesine tozlu, sobanın boruları eğrilmiş, büfenin içindeki bilmem kim hanım teyzeden yadigâr kahve fincanlarının dipleri kararmış. Bez bebek hariç. Yıllara inat, gazoz kapağındaki yazıları bile silinmemiş: Alkolsüz gazlı içecek. Hâlbuki şu an ihtiyacım olan tek şey alkol. Kendimi unutana kadar ki bu kolay, asıl önemlisi onu unutana kadar şarap içmek. Tüm yükleri toprağın derinine gömüp kendi doğumuma tanıklık etmek. Nefsine divane kuşların patır patır döküldüğü bugün, evet tam da şu an, hayatımda belki de ilk kez sıfırdan bire seyahat edebilmek. Var mısın bez bebek?
Üç raf kitap, hepsi eski Türk ve Rus klasikleri… Okumak zorunda olduğum kısıtlı türde kitaplar bunlar, Amerikan ve Avrupalı yazarlarla çok geç tanışmamın sebebi de bu. Halide Edip Adıvar duruyor en başta, hafifçe dokunuyorum, elim yanıyor.
Ömrüm mü yoksa en üst raftan başıma düşeceğinden korktuğum?
Görev gibi okuttuğu, dibimde bekleyip ördüğü örgünün üstünden gözlüklerini indirip beni kontrol ettiği, beğendiği cümlelerin altını çizip zorla ezberlettiği onca kitap. Hiçbiri benim seçimim olmayan, hangi cümleyi seveceğime bile kendimin karar veremediği sayfalar kümesi.
Salondaki pencerenin iki tarafında duran kadife mor perdelerin bir kanadıyla bana palto dikmişti. Diğeriyle de kendine, ama küçük gelmişti perdenin tek tarafı ona, sandıkta sakladığı yün hırkaları bozup paltosuna kol yapmıştı. O paltoyla Akakiy Akakiyeviç’e benzerdi ama bunu ona söyleyemezdim. Akşamları uykuya dalmadan hemen önceki o büyülü zaman diliminde ki galiba evden ayrılana kadar sahip olduğum en güzel anlardı onlar, hep okuyup siyah bir tayyör giyeceğim bir işim olmasını hayal ederdim. İçine de ütülenmiş buz gibi bir beyaz gömlek. Bugün, evimdeki dolabım birbirinin aynı siyah tayyörlerle dolu. Bez bebek, ne dersin bu işe? Hep aynı kıyafeti üniforma gibi giymek çok rahatlatıcı değil mi?
Sandığı açıyorum istemsizce, elimde Suç ve Ceza.
“İnsanın zihni neyle meşgulse rüyasında onu görür. Hele içiniz rahat olmadı mı, gerçeğe ne kadar da uyar rüyalarımız!”
Sandığın dibinde gizlice para biriktirip okul dönüşü dolmuşla Kızılay’daki Amerikan Pazarı’na uğrayıp aldığım Levis 501. O kadar sihirli ki bu marka, sanki olmak istediğim her şeyi iki bacak boyunca yüklenmiş. Hiç giyemediğim kot pantolonum. Tam popo dikişinin alt kısmında sararmış lekesini yılların değiştiremediği bir başka tarihi eser.
Ne oldu bez bebek, üzüldün mü sen de kotumu görünce, hiç gelin olamayacağını bildiğin halde gelinliğe mahkûm olmak nasıl bir duygu? Benim ruhum orospu oldu ama biliyor musun, geceler boyu yüzlerini ertesi gün hatırlamadığım adamların yataklarında uyanıp onlar horul horul uyurken kaldığım yurtlara, sığındığım evlere kaçtım. Herhangi bir adamla uyumayı bile beceremedim ben bez bebek.
Yediğim dayaklara rağmen bir gün Levis 501’i sakladığı yerde bulup okul çıkışı tuvalette giymeyi başarmıştım. Kızlarla okuldan Çinçin kerhanesinin yakınındaki durağa kadar yürüyüp otobüse binmiştik. Bütün adamlar bana bakıyormuş gibi gelmişti, yaşlısı genci, korkulu bir gururdu benimki. Ona karşı kazandığım zaferlerden biri, o kadar azlar ki. Otobüsten indiğimde, gözlerim çakmak çakmak, yanaklarım kıpkırmızı, hafifçe başım dönerken kızlardan biri -adını şimdi unuttum- eğilip regli mi oldun sen demişti. Elimi arkama götürdüğümde ıslaklık gelmişti, utanıp çıkardığım kazağımı belime bağlamıştım. Regli ne demek? Levis 501 giyme suçu işleyene verilen bir ceza.
Ne garip değil mi, onda olmaması gereken tek organdı rahim. Belki de cezasını öyle çekti. Kanser ve çabuk ölüm…
Kalın perdeyi aralıyorum. Tozlar ayaklanıyor isyanla dışarıdan giren ışığa inat, belki de o ışık girsin diye deştim bütün kabuk tutmuş yaralarımı. Acılardan kaçmak için, yıllarca bulduğum her su kenarına sığındım, kendimi müdahalesiz inceleyebileceğim tek yere. Ankara’da bulmak zordu, su perileri yardım ederdi yolumu bulmama. Gizli gizli yorganın altında fener tutup okuduğum kitaplardan öğrenmiştim perilerin varlığını. İsmimi koyan hiç tanımadığım babamın hatırına. Kendi yansımama anlattım yıllarca, ben anlattıkça su perisi unuttu. İyileştim bir günlüğüne, ertesi gün gene başa döndüm. Hiç yaş almadım o yüzden.
Çöz sönmek üzere olan yıldızları
Sen hem kılıcım hem de ipimsin
Del ve parçala yanan anıları
Pençe gibi parmaklarınla temizle damarlarımı
Bana, sensiz yaşayabileceğim bir hayat bağışla!
Benimle eve gelir misin bez bebek? Yaptıklarının sorumluluğunu sırtlanmadan ölüp gitmiş bir sırtlanı gerimizde bırakıp, yediklerinin bedelini ödeyen bir aslan olma yolculuğuna birlikte çıkalım mı?
Yıllarca her yerde tokadı ağzıma yapıştırdı, parkta, misafirlikte, uyumadan önce. Kaburgamı kırana kadar böyle devam etti bu, İstanbul yazmıştım ondan gizli üniversite sınavında. Kazandım da. Bir daha dönmedim eve. 16 yıl boyunca.
Değilim. Tanımadığım bir kadın, komşu olacak herhalde, ittiriyor beni gasil haneye. Orada işte, küçülmüş gitmiş. Otuz üç yıl kaçtığım kadın mı bu? İçeride pamuk, makas, bıçak, üç kalıp sabun, su dökmek için kulplu tas ve üç kazan su var. Ölü yıkayıcı kadının önünde önlük, eğilmiş kefeni şerit şerit yırtıyor.
Deli kuvvetiyle sırtımı keselerdi. Bütün ağırlığıyla abanır, baharatlı ter kokusunu, sabunun tadını, suyun buharını içirirdi bana. Kollarımı bacaklarımın arasına sokar, başımı eğer beklerdim haşlanma ziyafetini. Taş gibi sabunu kafama sürter, gözlerime inen köpüklerin arasında nefesinin hırıltılı yankısını duyardım. Köpükler sönerek morluklarımın üzerinde yol alır, kaynar su çürüklerimi daha da parlatırdı. Ben acıyla sinmişken, o, terden yüzüne yapışmış saçlarını elinin tersiyle iteler, hızını alamamış gibi orlon lifi bacak aralarımda dolaştırır, geçtiği yerlerde ateşini bırakırdı. Sonra uzun saçlarımı koparacakmış gibi burar, suyunu sıktırır, kopan tutamları eliyle yuvarlayıp sobaya atar, çıkan yanık kokusuyla burun delikleri iyice açılır, omurunu dikleştirir, elini beline koyar ve elinde hücrenin anahtarını tutan gardiyan edasıyla gözlerini fayanslarda gezdirirdi.
Tabutunda toprağa indirilişine bakıyorum bir şey hisseder miyim diye, bir umut. Umut da bugün kendini arıyor, uzun zamandır unutmuş varlığını. Vicdan kaslarım, kullanmaya kullanmaya yağ bağlamış belli ki. Öldüğü döşek evin önünde havalandırılıyor, üç gün orada kalacakmış. Mezarı çok derin, günahlarını anca örter diye öyle kazmış olmalılar. Tabuta atılan toprağın sesi en lezzetlisinden bir blues ezgisi gibi…
Gözlerimi açıyorum. Evin bir yerlerinde JJ Cale çalıyor, “Sensitive Kind.” Annem bayılır bu şarkıyla yemek pişirmeye, önlüğünü takmıştır şimdi, tahta kaşığı mikrofon yapmıştır sesine. Âlem kadındır Peri Hanım. Yazsam roman olur onu ama dizi senaryoları annemin karakterinin altında ezilir. Melodram yok ki kadında, Türk yazarlarını okumaz, genel izleyiciye hitap eden dizileri zinhar seyretmez. Evi renklidir, maviyle yeşilin her tonunda yastıklarla bezelidir.
Kıyafetleri de… Asla beyaz gömlek siyah döpiyes giymez mesela. Düz etek giyse üstüne rengârenk bir ceket giyer, hiç olmadı gökkuşağı fular bağlar, yani özetle: doğadaki renk tonlarının toplamı kadardır.
Bu evde büyüyen benim yazı yazmak dışında yapabileceğim bir iş olamazdı zaten. Bana bol bol Amerikan Avrupa yazarı okutmuş, öyküleri karşılıklı şarap içerken birlikte yorumlamışızdır. Rus klasiklerini sevmez, Ruslar Gogol okuya okuya böyle renksiz bir millet oldu der. Annem sanki doğduğundan beri annemmiş gibi gelir bana, mazisi yokmuş, ilk benimle nefes almış gibi. Geçmişinden pek bahsetmez, zavallı babam bir değil yirmi kadınla aynı anda evli gibi hissetmenin yükünü kaldıramadı haliyle. Ben yedi yaşlarındayken kaçtı gitti adamcağız Peri’sinden, kendine sakin sessiz bir genç kız buldu. İyi adamdır, annem de sever onu, hak da verir.
Faulker’ın annemin en sevdiği “Döşeğimde Ölürken” romanı, o uykuyla uyanıklık anında boynumun yanından parkeye düşmüş.
“…insanlar uzun zaman ölü kalabilmeye hazırlanmak için yaşarlar.”
Bu cümlenin altı defalarca çizilmiş, nedendir bilmem, annem işte, yeşille çizmiş, hızını alamamış morla üzerinden geçmiş. Ben Carver’ın tavus kuşlarını severim, o Faulkner’ın başkaldırışlarını. Annem bir de Bali’yi çok sever, hayatının virajını orada almış, yogaya, masaja, şalvara bayılır. Altı ay kalmış Bali’de. Bütün yüklerini toprağa gömmüş gelmiş, öyle der.
Tam o sırada fırtına gibi odaya giriyor Peri Hanım, yemek kokularıyla, şarkıyı mırıldanarak.
Döndüğümde annem mutfaktaydı, lavabonun başında, hem hüngür hüngür ağlıyor, hem de Leyla’nın gelinliğini çıkarmış tellerini ovuyor mutfak süngeriyle. Hiç görmediğim bir Peri Hanım bu, gaddar, alnına yapışan saçları dirseğiyle itiyor ve bana dönüp ilk kez görmüş gibi bakıyor.
Ayşe Korkmaz
@ayseningezileri
Ocak 2021